Dört duvar arasında yazar olmak: ‘Yayınevleri hapiste üretilmiş eserlere mesafeli duruyor’

İZMİR – 23 yıldır hapishanede olan ve görme yetisini büyük oranda yitiren yazar Metin Turan’ın yeni romanı ‘Parçalanmayı Bekleyen’, Favori Yayınları tarafından yayımlandı. Romanını, ‘tüm hayal kuşaklarına’ ithaf eden Metin Turan, bir mahpus olan Rıza’yı, Don Kişot romanının içinde gezintiye çıkarıyor.

Metin Turan’ın ‘Hayata Dönüş Operasyonu’nda’ kafasına aldığı darbeler sebebiyle iki gözünde de görme kaybı meydana gelmiş, vücudunun çeşitli yerlerinde de kırıklar oluşmuştu. 2015 yılında kurumda tek başına kalamaz raporu verilmiş, bu sebeple 2 yıl ceza ertelemesi talebiyle Adli Tıp Kurumu’na (ATK) başvuru yapmıştı. Ancak ATK tarafından “kol hizasında da olsa görebiliyor” denilerek talebi reddedildi. 2019 yılında sağ gözünde organik bozulma başladığı raporlandı ve hakkında cezanın süresiz ertelenmesine ilişkin rapor verildi. 2019’da ATK’ya tekrar başvurdu, ATK ise “raporda yer alan tıbbi tanılar her ne kadar doğru olsa da kişi tek başına hayatını idame ettirebilir” diyerek talebini tekrar reddetti.

Gözlerindeki hücreler ölmeye başladığı için öz bakımını dahi yapmakta zorlanan ancak okumaktan ve yazmaktan asla vazgeçmeyen Metin Turan ile ‘Parçalanmayı Bekleyen’i kaleme almaya götüren hikayesi ve hapishanedeki yaşamı hakkında konuştuk.

Metin Turan

‘ÖZBAKIM BECERİLERİMİN GÜN GEÇTİKÇE ZAYIFLAMASI BENİ ÇOK ZORLUYOR’

Uzun yıllardır cezaevinde kalıyorsunuz. Sağlık sorunlarınız hükümlülük koşullarınızı giderek ağırlaştırıyor. Öncelikle bu koşullar altındaki cezaevi yaşantınızı ve çıkmak için verdiğiniz hukuk mücadelenizi sizden dinlemek isteriz.

Uzun yıllardır içinde tutulduğum hapishanenin duvarlarını, demirlerini, keskin jiletli tel örgülerini, ses geçirmez camlarını bir biçimde aşıp aralayarak bana bir pencere açtınız. Dışarıya açılan bu pencere o kadar değerli ki! İçeriye uzanan; hapisliğin katı, sert ve hoyrat sınırlarını bir anlamda hiçleyen dost elinizi samimiyetle sıkıyor, siz ve okurlara “Merhaba!” diyorum. Bana “İşte bir kez daha hayatla buluşuyorum” hissini yaşattığınız bu söyleşi fırsatı için çok sağ olun…

Evet, hatırı sayılır bir süredir hapishanedeyim. Başta ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ olmak üzere, bu süre zarfında hapisliğin görünür/görünmez yığınla saldırısını, sıkıntı ve sorununu, akıl almaz hoyratlıklarını yaşadım. En önemlisi, sadece beni değil, binlerce mahkumu hedef alan yok edici, sakatlayıcı, ölümcül sonuçlarıyla ‘Hayata Dönüş Operasyonu’dur. Bu operasyonda, kafama aldığım darbeler nedeniyle yaşadığım fiziki travmanın ardından görme yetimi büyük oranda kaybettim. Büyük uğraşlar sonrası gidebildiğim hastanelerde farklı aralıklarla dört ameliyat geçirdim ancak gözlerimin retina tabakalarındaki yırtılmayla göz sinirlerimdeki büyük tahribat yüzünden ne yazık ki kalıcı bir iyileşme sağlanamadı. Sol gözüme konulan yapay mercek zamanla, tıpkı kolonları kesik malum binalarımız gibi çöktü, gözümün içinde kaydı. İçten içe titreşerek göz çeperlerine vuruyor ve zaten ölü durumda olan ışıksız sol gözümdeki hücreleri öldürüyor. Sağ gözümde de yapay bir mercek var. Ancak cerrahi müdahaleler sırasında yapılan tahribat nedeniyle, bu gözümde de dairesel hasar var. “Organik olarak ölüyor” denilen sağ gözümde, geriye kalan küçük bir adacık sayesinde görebiliyorum. Bu durum yüzünden yaşadığım sıkıntıları, kaldığım koğuş yönüyle sosyal problemlerimi saymama sanırım gerek yok.

Beni en çok zorlayan özbakım becerilerimin gün geçtikçe zayıflaması. Ve elbette okuma-yazma uğraşıma getirdiği kısıtlar… Her şeye rağmen hayatla bir şekilde buluşuyor, boğuşuyor, “engelsiz” bir yaşam düzeni kurmaya çalışıyorum. Kapalı, manzarasız, loş, daraltılmış bir mekanda yapabileceğim en iyi şeyi yapıyor; beni bir hayli yorup hırpalasa da okumak ve yazmaktan vazgeçmiyorum. Parmaklıkla gölgelenmiş bir pencerenin önünde küçük plastik bir çalışma masam var. Kitaplarla kağıtlara yaklaşıp öper gibi üzerlerine eğiliyor; zamanımı büyük oranda o masada geçiriyorum. Gecenin sessizliğinde de oturup çalışmak istiyorum ama gün ışığı olmadan ne okuyabiliyor ne de yazabiliyorum. ‘içeri’nin yalıtılmışlığını, ıssız bırakılmışlığını ve belki de en önemlisi zamansızlığını bu yolla dağıtıyorum.

2014 yılından başlayarak defalarca Sağlık Kurulları’na götürüldüm. 2015’te ‘2 yıl ceza ertelemesi’, 2019’da ‘cezasının süresiz ertelenmesi’ ve en son bu yıl mart ayında bir kez daha ‘cezasının süresiz ertelenmesi’ kararları verildi. Ancak Adli Tıp Kurumu ne Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin ne de Samsun Tıp Fakültesi’nin kurul kararlarını dikkate aldı. Her iki gözümdeki gerileme ve körleşmeyi kendi verileriyle ortaya koyuyor; 2014’te yüzde 5 görme oranı olan sol gözüm için şimdi numara ölçümü dahi yapılamıyor; sağ gözüm için 2014’te yaklaşık 2 mps görme alanı şimdiyse 30 cmps hareket algısı notunu düşüyorlar. Ancak buna rağmen ‘cezaevinde kalabilir’ raporu verebiliyorlar. Tuhaf olan, dalga geçer gibi karar metinlerinin yazılması. Düşünün ki, bana verilen her raporda, gözlerime bu haliyle cerrahi müdahale yapılamayacağı gerçeğinin altı çiziliyor fakat Adli Tıp Kurumu ısrarla “Tedavisine…” diyor. Benim süregiden bir tedavimse yok… Bu kararların ardından hukuki itirazlarda bulundum. Ama sonuç alamadım. Anayasa Mahkemesi’ne dek tüketilmesi gereken tüm iç hukuk yollarını denedim ancak üniversite hastanesinin hakkımda oy birliği ile aldığı ceza ertelemesi kararlarına hukuki bir karşılık bulamadım.

‘HAYALLERİNİZLE GÖLGELERİNİZ ÇOĞALIYOR’

Dışarıda, günlük hayatın içinde bir yazarın besleneceği çok geniş bir alan var. Hapishanede bir edebiyatçı olarak yazarken bu kısıtlılık bir dezavantaj gibi görünse de bir yanıyla da avantaj olabilir mi?

Dışarıda olmanın; bizzat hayatın, insanların içinde soluk alıp vermenin; yüz yüze ilişkiler kurup karşılıklı etkileşimde bulunmanın; belki de adım başı bir olaya tanık olup farklı hikayelerle buluşmanın ayrıcalıklı yönleri olduğu kesin. Dokunup temas edebilir, koklayıp tadabilir, farklı biçimlerde birçok şeyi deneyimleyip duyumsayabilirsiniz. Elbette bu ‘dışarı’nın bir edebiyatçıya, sınırsız imkanlar sunduğu anlamına gelmez. Ama yine de ‘işi’ yazmak uğraşı olan biri için, doğrudan hayatın, insanların ve olayların içinde olmak çok değerli. Oysa hapislikte kapatılıyorsunuz. Hayat, sizin beri tarafında tutulduğunuz duvarın öte yanında akıp gidiyor. Zaman da öyle… Dahası zaman, içerde esneyip genişliyor, uzayıp şekilsiz haller alıyor ve günler ağır, yıllar çabuk geçerken aynı zaman başınızı döndürüyor. Kapatılmış, yalnızlaştırılmış, yalıtılmış ve hayatın manzarasında mahrum bırakılmışken, farkına varır da elinizde kalan tek şeyin ‘tavrını seçme özgürlüğü’ olduğunu anlarsanız, bir irade oluşturabiliyorsunuz. Ve o vakit kendinizi, hemen her şeyden anlam üreten bir halde buluyorsunuz. Sabahattin Ali gibi, ‘dışarı’nın deli dalgalarını duyuyorsunuz mesela. Özgürlüğünüzü duyumsuyorsunuz. ‘Sınır’ denen şeyler bu kez sizin imkanınıza dönüşüveriyor. Ufuksuzluktan ufuk çıkarıyorsunuz ortaya. Umutsuzluktan umut ya da çıkışsızlıktan çıkış… Edebiyat da bu değil midir zaten?

Hapisliğin bıktırıcı tekrarlarında, her gün bir yana, her anın aynılığında farklı olanı görmeye, görüp anlamaya, anlayıp ona yeni anlamlar kazandırmaya başlıyorsunuz. Küçük bir kuru meşe yaprağıyla buluşuyorsunuz aslında ve mesela o yaprağa dokunur dokunmaz kendinizi bir meşe ormanında buluyorsunuz. Bir ‘edebiyat ormanı’nda. Ya da voltanızı kesiyor bir kelebek. Bir kuş tüyü, bir serçe ya da yağmur damlası kanatlanıp şehrin meydanına uçuyor, sokaklara dalıp kalabalıklarla birlikte ıslanıyorsunuz. Hayallerinizle gölgeleriniz çoğalıyor. Sait Faik’in ifadesiyle, “muhayyel arkadaşlarınız”. Düşünüp durduğunuz, okuyup izleyerek dert edindiğiniz, kendinizce sorun haline getirip odaklandığınız kişi, durum ya da olay her neyse, bakıyorsunuz ki, kaleminize onlarla ilgili düşler damlamaya başlıyor. ‘Hayal mahsülleriniz’den gerçeğe ulaşıyorsunuz. Yani diyeceğim o ki, insan kendi zamanını ele alabildiğinde, sancılar içinde bile olsa kendi ebesi oluveriyor ve bu güçle sınırlarınıza, duvarlarınıza, görünür görünmez tel örgülerinize baş eğdirebiliyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz ki, hayat tutmuş elinizden. İnsanlar ve tabii hikayeler ve hikayeler…

‘BİREYDEN YOLA ÇIKIP ŞİDDETİN TOPLUMSALLAŞMASINI RESMETTİM’

Başka bir deyişle dört duvar ardında yazar olmak nasıl? Kitaplarınızı toplumsallık ve bireysellik üzerinden tanımlamak isterseniz neler söylersiniz?

Dört duvar arasında yazar olmak, her şeyden önce hayatın, insanların ve onları saran olayların sıcağından uzakta bırakılmak, yaşamsal birçok şeyden mahrum kalmak, yoksun olmak demek. Duvarların ya da tel örgülerin kalın, sert ya da ince, yumuşak olmasının bir önemi yok. Kapatılmanın bizzat kendisi; manzarasız bırakılmanın, bir avuç gökyüzüyle sınırlandırılmanın; uzanıp dokunamamanın bizzat kendisi, büyük bir yürek çarpıntısı… Hasretiniz katmerleniyor, yoğunluk kazanıyor. Ve duvarlarla tel örgüler zamanla sizi her farklı şeye karşı duyarlı hale getiriyor. Kokuya, sese, renge, küçük bir kıpırtıya, harekete… Ve farklı olanda hikayeyi buluyorsunuz. Anlamı kovalama dürtüsü tetikleniyor içinizde. Peşi sıra her şeye mana kazandırıyorsunuz …

Yazma uğraşı büyük bir sabır, kesin bir yalnızlık ve sessizlik istiyor sizden. Dört duvar ardında olmak buna izin veriyor diyebilirim. Sınırlı sayıda gazete, dergi ya da kitaptan veya kimi zaman izlediğiniz bir filmden, bir haber ya da olaydan esinleniyor, size ait edebiyat kumaşının ince işçiliğine sarılıyorsunuz. Değilse hapishane, size dayattığı tekrarlı, tekdüze anlarıyla ve uygulamalarıyla sizi, aklınızla yüreğinizi teslim almak için tetikte bekliyor. Yani ‘içeri’de, meşhur tabiriyle ‘yatmaz’, bir yazar olarak sürekli okur-yazarsanız, ‘muhayyel arkadaşlarınız’ kapınızı çalıveriyor. Esin kuşunuz kafesine giriyor ve yazıyorsunuz.

Dört duvar ardında olmak sanırım üretkenliğin terazisi açısından temel bir ölçüt olarak alınamaz. Meselenin duyarlı olmak, duyarlı kalmak, yaşamdan ve insanlardan hiçbir koşulda kopmamak, olanı biteni anlamak, anlayıp sorun etmek, dert edinmek ve sağlam bir kalem işçiliği ile örüp gerçeği yeni bir gerçeğe evrilterek esere dönüştürmektir. 6 Şubat depremlerinin yıkıntılarının altında kaldığımı burada, hapishanede hissetmesem, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi düşünüp, “Tefrika halinde yalan olmuşuz…” diye düşünerek elim kaleme gider ve ‘Aynayı Unutmak’ öykümü yazabilir miydim? Sanırım yazılmazdı. Ya da şu günlerde büyük bir vahşete, akıl almaz bir katliama maruz bırakılan Filistinlilere sadece bakmaz, bombalanan el-Ehli Baptist Hastanesi’nin enkazının altında bir Filistinli çocukla ölürseniz, yazmadan durabilir misiniz? “Uyu,” diye fısıldayabilir misiniz kulağına o çocuğun? “Onların torunlarına anlatacak bir hikayeleri yok. Bizzat onlara ait bir toprakları, bin bir emekle dikip büyüttükleri incir ağaçları, üzüm bağları; o bağlarda yeşerip büyüyen bir aşkları yok. Uyu sen! Sizin hikayeniz bitmez…” diyebilir misiniz? Yani içeride ya da dışarıda, çalışma masasına oturarak “boş sayfa sendromu”na yakalandığını söylemek bana tuhaf geliyor. Değilse Nazım’ın, Sabahattin Ali’nin; Ahmed Arif, Aziz Nesin, Vedat Türkali ve Sevgi Soysal gibi birçok değerli ismin, içerdeyken, hapsedilmişken hayatla buluşabilen unutulmaz eserlerini nasıl açıklayabilirsiniz?

Parçalanmayı Bekleyen, Metin Turan, 264 syf., Favori Yayınları, 2022.

Kitaplarımı toplumsallık ve bireysellik üzerinden ele alacak olursam ister öykü ister roman olsun, ne yazarsam yazayım, konu edindiğim temayı, onun üzerinden ördüğüm karakterden yola çıkarak biçimlendiriyor ve bile isteye toplumsallaştırıyorum. ‘Başka Türlüsü’ adlı tek öykülük kitabımda örneğin, beni kaleme yönlendiren Pınar Gültekin’in katledilmesiydi. Ancak bu olayı, kadın cinayetleri olgusu bağlamında yazmalıydım ki; mesele öykümün kahramanı Miray’ı katleden katilin ruhsal çarpıklığına ya da psikolojik bozukluğuna indirgenerek algılanmasın. Zira bu, pek çok meselemizin toplumsal boyutlarının atlanmasına, zaten var olan öğrenilmiş sorgulamama halinden çıkılamamasına neden oluyor ve hiçbir şeyi de değiştirmiyor. Sözünü ettiğim şey, anlatım için büyük tehlikelerden biridir bence. Dolayısıyla ben, Miray’dan, bireyden yola çıkıp ‘şiddetin toplumsallaşması’nı resmettim. Yukarıdan aşağıya memlekete yayılan anlayışı, “müzakere” yerine “müsadere”nin el üstünde tutulur hale gelişini… Yani ‘Başka Türlüsü’nü anlattım.

‘DÜŞÜP KALKAN VE TEKRAR YOLA KOYULANLARI ANLATMAK İSTEDİM’

Son romanınız ‘Parçalanmayı Bekleyen’de de bir mahpus olan Rıza’yı, ‘Don Kişot’ romanının içinde bir gezintiye, maceraya çıkarıyorsunuz. İki roman adeta iç içe geçiyor. Öncelikle neden Cervantes ve Don Kişot?

Çünkü roman denilen tür onunla başladı. O, edebiyatın bilge büyücüsüdür. Ayrıca romanın ve edebiyatın ötesinde, Cervantes, tıpkı Descartes gibi, modern çağın kurucuları arasında anılması gereken biridir. Zira o, yaşadığı dönemi, o dönemin fırtınalı, sancılı dönüşümlerini, sadece eskiyip çözülenle henüz doğmakta olanı görmekle kalmamış; kaleme aldığı unutulmaz eseriyle bize edebi olduğu kadar sosyolojik, felsefi boyutları da olan bir bakışı miras bırakmıştır. Cesur davranarak yerleşik edebi kalıplarla yazılan şövalye hikayelerine savaş açmış, hayalde gerçeğe ulaşmış ve kendi edebiyat denizini yaratmıştır. Onun kişisel tarihinden etkilendiğimi söylemem gerek. İspanya’daki hayatından başlayarak Haçlı Ordusu’na katılışını, deniz savaşlarında sakatlanışını, esir düşüp Cezayir’de mahpus kalışını, orada dinlediği Doğu masallarını ve belki de en önemlisi ‘Don Kişot’ eserine hapislikle başlayışını heyecanla okuduğumu söylemeliyim. Yani Rıza kadar, benim de özdeşlik kurduğum biridir Cervantes. Onun “mare magnum”undan, düşünsel derinliğinden, yenilgilerini zafere çevirişinden, incelikli gözlemleri, insan tasvirleri ve esaret koşullarında işleyen kaleminden etkilenmemek mümkün değildi.

“Neden Don Kişot?” sorusuna gelince… Öncelikle aklımda yaşlı şövalyenin yapısı, karakteri, bakış açısı, deneyimlediği maceralar ile bunlardan hareketle şu tartışmaları yapmak vardı: Akıllı kim, deli kim? Normal olan ne, anormal olan ne? Hayal nedir, gerçek ne? Zafer nedir, yenilgi ne? Esaret nedir, özgürlük ne? Ve elbette aşk… Ki, biliyorsunuz, ‘Don Kişot’ta aşk, ütopya düzeyindedir. Onun bir deha, sıra dışı bir entelektüel olduğunu biliyoruz. Ama asıl önemli olan, benim için, hayalciliğiydi. Hayalci, ama sorup irdeleyen, bu yolla gerçeğine ulaşan ve başkalarına doğru gelsin ya da gelmesin düşlerinin peşinden koşan biri… İdeallerinin… Ki, biricik aşkı Dulcinea da onun, yaşlı şövalyenin ulaşmak istediği, kavgasını verdiği ütopyasıdır aslında.

Romanı yazarken, Cervantes ve Don Kişot’la, akış içinde Sancho’yla karşılaşıp konuşan, yer yer tartışan, kitabın içine dalarak serüvenlerine ortak olmanın yanında, onları alıp kendi zamanına, romanın şimdisine taşıyan Rıza, az önce saydığım özellikleri nedeniyle her biriyle ayrı ayrı özdeşlik kuruyor. Cezaevi kütüphanesinde kitabı, ‘Don Kişot’u eline aldığında muhatabı olduğu soruyu roman boyunca irdeliyor: “Nedir Don Kişotluk?” Gereği yokken kahramanlığa kalkışmak mı? Yoksa yüce bir coşku ile hayali, ideali peşinden koşmak mı? Bu tanımlardan ilki, TDK Sözlüğü’ne ait. Diğeriyse Oxford Sözlüğü’ne… Rıza’yı, Rıza’nın hapisliğini, Gezi ve Geziciler’le buluşturan akışı, dünün ve bugünün ‘tanrıları’nı, onların yapılandırdığı sınırları, duvarlarla çarkları; elbette bütün bunlara ayak direyenleri, yenen ve yenilenleri, düşüp kalkan ve tekrar yola koyulanları anlatmak istedim. Bile bile yitik birer savaşçı olmanın anlamını… Yalnız, cesur ve işte tam da bu yüzden ‘deli’ olanları…

‘EDEBİYATA VE EDEBİYATÇILARA ÖVGÜLER DÜZMEK İSTEDİM’

‘Parçalanmayı Bekleyen’ romanınız, bir yandan da adeta bir edebiyat yolculuğu gibi. Pek çok edebiyatçı romanın içinde konuk gibiler. Romanınızı bir mahpusun sınırsız hayal gücü, hatta hayal gücünün gerçek olanı aştığı bir hikaye olarak bırakmamışsınız; bir edebiyat yolculuğuna da evriltmişsiniz. Böyle bir tercih neden?

En önemli sebebi; romanın kahramanı olan Rıza’nın, öykünüp özdeşlik kurduğu Don Kişot gibi bir kitap kurdu oluşu. Bu konuda doyumsuz aynı zamanda. Hem dışarıda hem de içeride, kendisine farklı şekillerde dayatılan yalnızlığın duvarlarını okuyarak parçalıyor. Düşle gerçek arasında yolculuklara çıkıp gündüz düşlerine dalması da bu sayede. Diğer bir yanıysa, yaşlı şövalyeyle atıldığı maceralar sırasında hem dünü hem bugünü içeren bir yaklaşımla Rıza’nın kavramsal kimi tartışmalara girmesi. Edebiyatla, kitaplar yoluyla soyutlanan ve yeniden şekillenerek farklı bir dokuyla önümüze serilen gerçeklerimize yerli-yabancı birçok eserine atıfla cevaplar sunmak. Özetle edebiyata ve edebiyatçılara övgüler düzmek istedim diyebilirim. Başkalarını, bambaşka dünyaları, coğrafyaları, bu coğrafyaların insanlarını, sorunlarımızı, sorumluluk hissederek hayatı elbirliğiyle nasıl da başkalaştırabildiğimizi, dünümüzle bugünümüz arasındaki bağları bir biçimde göstermek… Bu nedenle Oğuz Atay’a, Mehmet Rifat’a; Cemal Süreya, Can Yücel, Nazım Hikmet, Anatole France ya da Lukas’a söz verdim; sayfalarımda konuk ettim.

Gerek yayıncılar gerekse edebiyat açısından Türkiye’de mahpusluğun yeri, özellikle geçmişte çok önemli oldu. Sizce son yıllarda cezaevleriyle edebiyat dünyası arasındaki geçişkenlik ne durumda? İçeriden dışarıya bakarak ne söylemek istersiniz?

Bana kalırsa da öyleydi, evet; Türkiye’de mahpusluğun yeri geçmişte çok önemliydi. Nazım Hikmet’in Ahmed Arif’in, Orhan Kemal ya da Aziz Nesin gibi hapislik yaşayan sanatçı/edebiyatçılarımızın hem yaşadıklarına, başlarına gelenlere, dava süreçlerine hem de yazıp çizdiklerine, eserlerine ilgi ve özen daha yerli yerindeydi. Esaslı, kulak verilir, yürüttükleri tartışmaları dışarıya yansıtır, seslerini çoğaltırlardı. Bunu sadece yazarlarla yayınevleri/edebiyat dünyası açısından değil, yazarlar ile yazarlar arasındaki ilişki ve bağ yönüyle de söylüyorum. Nazım’la Kemal Tahir’in, Ahmed Arif’le Leyla Erbil’in mektuplaşmalarını getirin aklınıza. Öyle derinlikli sohbetler ki… Düşünen, düşündürten, ürüne yönlendiren, yazmaya özendiren, dostça tamamlayan, eleştiren fakat hakkını da teslim eden samimi diyaloglar…

Şimdilerde böyle bir bağın, bağlantının, düşünce ve ürün alışverişinin sınırlı olduğunu söylemem gerek. Sözünü ettiğiniz ‘geçişkenlik’ için içeri ile dışarı arasında zar gibi ince bir ‘sınır’ gerek. Ki, akışkanlık iki yönlü olabilsin. Oysa yayınevlerinin birçoğu ve edebiyat dünyası hapiste üretilmiş eserlere mesafeli duruyor. Hatta kayıtsız kalıyor. Malum ‘arama motorları’na bakarak GBT yoklaması yapan, ‘sakıncasız’ bulursa kitabını basan ya da dergisinde yer veren yayınevleriyle, edebiyat dergileri olduğunu biliyoruz. Kendi deneyimlerim ortada. İçinde öykü bulunan zarfımı hiç açmadan gerisingeri bana gönderen edebiyat dergileri oldu zamanında. Ne yazık ki, bizim memlekette bir “edebiyat tapınağı” inşa edilmiş. Basamaklarında tuhaf bir diklik, sertlik, keskinlik var. Sadece en tepede değil, hemen her basamağın başında, hala neden orada durdukları tartışmalı ‘edebiyat bekçileri’ var. Verili, kurallı, yerleşik, hatta katılaşmış çerçevenin dışında yazanlara, dili yoldan çıkaranlara, özgün eserler sunanlara pek de geçit verdikleri söylenemez. Sadece hapiste değil, dışarıda olup da edebiyata gönül veren, aşkla yazan ama sözünü ettiğim ‘edebi bekçiler’ce ‘tapınağın’ giriş kapısına gelemeden sunağa yatırılan, yalnız bırakılan, kan kaybetmesi adeta izlenen pek çok insan var. Çoğunun kaleme, kağıda, edebiyata küstüğünü söyleyebilirim.

Tam bu noktada sözlerimi bitirirken; hapiste, içinde bulunduğum bir nevi derin kuyuda cesaretimi toplayıp, “Hey! Ben buradayım ve varım!” diye bağırdığımda sesimi duyan, sesimi duymakla kalmayıp eleştirel katkılarda bulunan başta Don Murat Gülsoy’la Boğaziçi’ne, sevgili Murat Gülsoy’a; Lacivert ve Yeni e dergisi’yle ODTÜ’lüler Bülteni’ne; C. Hakkı Zariç, Tacim Çiçek, Besim Can Zırh ve Gamze Aykanat’a, Latif Tiftikçi’ye, yayınevime çok teşekkür ederim. Sunduğunuz bu söyleşi fırsatı ve açtığınız pencere için bir kez daha sağ olun. Size ve herkese selamlar, sevgiler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir